Başkent Ankara: Nereden Nereye?
Ruşen KELEŞ
Ankara’nın başkent
oluşunun 95. yılında bulunuyoruz. Bu
güzel kenti Başkentliğe yükseltme kararını alanlara Türk ulusunun ve
Ankaralıların minnet duygularıyla dolu olmalarından daha doğal bir şey
düşünülemez. Başkent yapılma kararının
100. yılına yaklaşırken, Cumhuriyeti kuranların çağdaş bir başkent yaratma
özlemlerinin ne denli gerçekleşmiş olduğu konusunda ne yazık ki iyimser
olamıyoruz. Cumhuriyetin kurulmasına öncülük eden gerçek devlet adamlarının
hareket noktası, İstanbul’un ve İstanbul hükümetlerinin yarı sömürge olarak bir
güvensizlik ve “entrika” kaynağı durumuna geldiği ve Yeni Türkiye’nin
çıkarlarına ters düşen bir konumda bulunduğu inancıydı. Oysa, Ankara, tam
tersine, baştan beri, devrime her türlü desteği vermekten çekinmemişti. Genç
kuşakların ideallerine yabancılaşmış olan İstanbul, Cumhuriyetin başkenti
olamazdı. Bu nedenle de, Cumhuriyeti kuranlar ulusun çıkarlarına ters düşmüş
olan İstanbul’u bir yana bırakmak zorundaydılar.
Esasen, Mustafa Kemal
Paşa’nın Ankara’ya geldiği tarih olan 27 Aralık 1919’dan itibaren, Ankara
fiilen yeni devletin karargâhı durumundaydı. Cumhuriyetin ilanından birkaç
hafta önce, 6 Ekim 1923’te, İsmet İnönü ve arkadaşlarının, TBMM’ye sundukları
yasa önerisi, bu fiili durumu hukukileştirerek, Ankara’yı yeni devletin
başkenti yapmayı amaçlıyordu. Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya başlıklı kitabında da
belirttiği gibi, 20 bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında, yabancı ülkelerin
büyükelçiliklerini yerleştirmek ve orada tutabilmek için kendilerine bedava
arsa sağlanması bile o ülkelerin temsilcilerini Ankara’da tutmaya yetmiyordu.
Yunus Nadi de, o günlerin Ankara’sından, “çöl ortasında bir vaha” olarak söz
ederken, Ankara’nın olumlu özelliklerinin yanı sıra, uygar bir coğrafyadan
kopukluğuna işaret etmiş oluyordu. Yeni Başkenti her yönüyle batı ülkelerinde
rastlayabildiğimiz çağdaş kentlerden biri yapmak, Cumhuriyeti kuranların
başlıca ideallerinden biriydi. Bu nedenledir ki, daha ilk günlerden itibaren,
Ankara’nın planlı bir kent olarak geliştirilmesi, gündemlerinden hiç
düşmemiştir. Bu amaçla, Başkent oluşunun ardından karşılaşacağı nüfus
patlamasının doğuracağı gereksinmeler hesaba katılarak, 1925 yılında, 583
sayılı yasa TBMM’den geçirilmiş ve 4 milyon metre kare toprak o yasayla
belirlenen değerler üzerinden kamulaştırılarak Ankara Şehremaneti’ne
devredilmiştir. Hemen ardından da, uluslararası bir yarışma sonucunda Başkentin
imar planını hazırlama görevi, yarışmayı kazanan Hermann Jansen’e verilmiştir.
Jansen Planı, o günün koşulları içinde, çağdaş planlama ilkelerine uygun ve
gereksinmelere rahatlıkla yanıt verebilecek özeliklere sahip bir plandı.
Başta, açık, yeşil ve
kamusal alanlar olmak üzere, nitelikli ve yeterli oturma alanlarına, kentsel
ulaşım dizgesine, merkezi ve yerel yönetimlerce yerine getirilecek kamu
hizmetlerinin gerekli kıldığı alanlara sahip ve aynı zamanda gelmiş geçmiş
uygarlıkların Ankara’ya bırakmış olduğu tarih ve kültür değerlerinin korunmasını
güvence altına alan bir plandı Jansen planı. Ne var ki, hızlı nüfus artışının
ve kentleşmenin etkileri altında, kentsel ve çevresel değerlere sahip çıkması
beklenen kentlilerin bir bölümü, kentsel topraklardaki değer artışları
üzerinden zenginleşmeyi yeğler duruma geldikçe, Başkent Ankara’nın çağdaşlaşma
çabaları sekteye uğradı. Kentsel gelişmeye toplum yararı ideali yerine, arsa
spekülasyonunun yön verdiğini ve kent topraklarının “değişim değerinin giderek
“kullanım değerinin” yerini aldığını gören Jansen, kendi kaleminden çıkan imar
planının altındaki imzasının artık silinebileceğini belirterek umutsuzluğunu
dile getirmiştir.
Bu olumsuz
gelişmelere karşın, Jansen Planı, kentin,
Ankara Gençlik Parkı, Hipodrom, Ziraat Fakültesi Yerleşkesi ve Atatürk
Orman Çiftliği gibi kamusal alanlarını uzun yıllar korumayı başarabilmiştir.
Yine de, 1950’li yıllardan başlayarak hızlanan gecekondulaşma, Türkiye’nin
başka büyük kentleri gibi Ankara’yı da etkilemekten geri kalmadı. 1990’lı yılların başlarındaki, kısmi kentsel dönüşüm projelerinin ve
Batıkent gibi kooperatif girişimlerinin konut sorununun çözümüne yettiğini
söylemek kolay olmamakla birlikte, katkıları göz ardı edilemeyecek
ölçülerdedir. Aynı yıllarda başlayan Ankaray ve Metro gibi raylı kentsel ulaşım
projelerinin kentin Batı doğrultusundaki gelişmesini olumlu yönde etkilediği
açıktır.
Ne var ki, 1950’li
yıllardan başlayarak, kentin nefes alma alanlarından biri olan A.O.Ç. arazisinden devir ve temlik işlemleri özel
yasa çıkarılmasına bağlı tutulduğu halde, 2006’ya gelinceye değin, türlü yöntemlerle
değişik amaçlarla yapılan özgülemeler sonucunda, Atatürk Orman Çiftliği arazisinin
üçte ikisi yitip gitmiştir.
2006 yılında, 5524 sayılı yasayla, A.O.Ç.nin içinde yer aldığı arazinin planlama yetkileri Ankara Büyükşehir Belediyesine devredilince, hazırlanan Koru-ma Amaçlı Nazım İmar Planı, Çiftlik arazisinin yapılaşmaya açılmasını iyice kolaylaştırmıştır. Teknisyenlerden oluşan koruma kurullarınca, Çiftlik arazisinin 1. Derecede Doğal Sit statüsü 3. Derecede Doğal Sit statüsüne indirilince, yapılaşma daha da kolaylamıştır. Asıl yıkıcı darbeyi vuran karar, Bakanlar Kurulunca alınan, A.O.Ç’nin “Kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı” olarak belirlenmesi kararıdır. Ankara Belediyesiyle Hükümet A.O.Ç.yi yapılaşmaya açmak yarışında açıkça el ele vermişlerdir. Söz konusu işlemlerin Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine, 35. maddesindeki mülkiyet hakkı kuralına ve 63. maddesinde yer alan Tarih, Kültür ve Tabiat Varlıklarıyla ilgili kurala aykırı olduğu çok açıktır. Ama en az bunlar kadar önemli olan bir nokta da, yapılan itirazlar üzerine, A.O.Ç’nin yapılaşmaya açılmasına ilişkin davalara bakan mahkemelere, “Atatürk Orman Çiftliği artık ne orman, ne de çiftliktir” biçiminde görüş bildiren bilim insanı bilirkişilerin bu olumsuz gelişmelerdeki ahlaki sorumluluk paylarının yadsınamayacak boyutlarda olmasıdır.
Büyük Kurtarıcının
özel çiftliklerini Hazineye bağışlamış olduğunu, yani tasarrufunun bir “koşullu
bağış” niteliği taşıdığını göz ardı edenler büyük bir etik sorumluluk altındadırlar.
Kentsel dönüşüm projelerine konu olan alanlarda ve yapılarda “riskli” olma
özelliğini arama zorunluluğu vardır. A.O.Ç. nin yapılaşmaya açılması sürecinde
bu risk etmeninin nerede olduğunu görebilmek olanağı bulunamamıştır. Bu
işlemin, Atatürk’ün şahsına ve onun adıyla özdeşleşmiş olan Cumhuriyet’in
dayandığı değerlere saygılı olmakla bağdaştırılmasına olanak yoktur. Bu uygulamalardan,
Ankara’nın kentsel kimliğinin büyük zarar gördüğü yadsınamaz.
Buna benzer örneklerin sayısını artırmak zor değildir. Erken Cumhuriyet dönemi yapılarından olan Kızılay Binasının, İller Bankası Binasının, Havagazı tesislerinin yıkılmış olmasının yanı sıra, Saracoğlu Mahallesindeki bütün yapılara kilit vurulmuş olması, kimi sokakların kapatılması kent kimliğine vurulan büyük darbeler arasındadır. Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nce yayımlanmış olan “Hasar Tespiti” başlıklı değerli bir kaynakta, kente ve kent kimliğine son 25-30 yıl içinde verilmiş olan zararların hazin öyküsü sayısız örneklerle dile getiriliyor.
Zaman
zaman, görev başındaki yetkililerden, “Ankara’nın kadim kimliğinden
koparıldığına” ilişkin sözler işitiyoruz. Kanımca, kent kimliğini “salt “cami”
ile özdeşleştirerek alabildiğine daraltmanın yanlışlığını vurgulamaya gerek
yoktur. Az önce saydığımız olumsuz örneklere, camiler arasındaki ortalama
uzaklıkların, gerçek gereksinmenin ve istemin ne olduğu hesaba katılmaksızın, gereksiz
ölçüde kısaltılmış olmasını eklemek abartı olmayacaktır.
Sonuç olarak
denilebilir ki, bir kentin kimlik öğeleri, ülkenin genel koşullarından
soyutlanamaz. Ülke çağdaş olmadan kent çağdaş olamaz. Halkın kültürü çağdaş
eğitimin süzgecinden geçerek yoğrulmadıkça, ne kent halkından, ne de her
düzeyde görev üstlenmiş yöneticilerden tarih, kültür, mimarlık ve doğa
değerlerine gereği gibi sahip çıkmaları beklenebilir. Bu bağlamda, Cumhuriyetin
dayandığı temel felsefe, biçimsel kimlik öğelerinin çok ötesinde, yeni olan ve
akıl dışı hurafelerden uzak, çağdaş bilimin ışığından başka rehberi olmayan bir
dünya görüşü ve yaşam felsefesiydi. Başkent Ankara’nın kimlik öğelerini kalıcı
kılmanın ve onu çağdaş ürünlerle zenginleştirmenin anahtarı da bu yaklaşımın
benimsenmesinde saklıdır.
Kısa
Kaynakça
İmga, Haluk (Haz.), Nazmi Özalp, Bir Başkentin Anatomisi: 1950’ler, İdeal
Kent, Adamor Yay., Ankara, 2016.
İmga, Orçun, Tek Partili Dönemde Ankara: Siyaset ve Yerel Demokrasi, Dip-Not,
Ankara, 2006.
Keleş, Ruşen,
“Atatürk Orman Çiftliğinin Öyküsü”,
R.Keleş, Kent, Kentsel Siyaset ve Çevre Yazıları
(1993-2014), Arkeoloji ve Sanat Yayınları,
İstanbul, 2015, s. 358-373.
Tunçer, Mehmet, Ankara (Angora) Geleneksel Kent Merkezinin Tarihsel Gelişimi (14-20
yüzyıl) , Kültür Bakanlığı, Kültür Eserleri, Ankara, 2001.
Tunçer, Mehmet, Çevresini Arayan Ankara, Alter Yay., Ankara, 2015.
Tunçer, Mehmet, Tarihi Çevre Yok Olurken, Alter Yay., Ankara, 2014.
Tunçer, Mehmet, Dünden Bugüne Kültürel Miras ve Koruma, Gazi Kitabevi, Ankara,
2017.
Yavuz, Fehmi ve Keleş, Ruşen, “Başkent Ankara
İçin 50. Yıl Önce Çıkarılan 583 Sayılı Yasa Üzerinde T.B.M.M.’de Yapılan
Görüşmeler”, A.Ü. Siyasal Bilgiler
Fakültesi Dergisi, C.29, Sayı:3, 1976, s.1-32.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder